Bu günlerde Baküde, ünlü Azerbaycan yazarı, Adıgüzel Ustaclı’nın (Memmedov)  “Osmanlının Çöküşüne Rusiya’dan Bakış” kitabı ile tanış oldum. İlğimi çekti… İşte, kitap hakkında düçünceleri okurlarımıza takdim ediyorum…

…Medeniyetler de biz insanlar gibidir, bazen ilişkileri iyi yönde gider, bazen ters yönde. Kardeşler ve komşular arasında çıkan ürkütücü kavgalara benzer çatışmalar da olur, birlikte acılar ve sevinçler de paylaşılır çağımızda. Komşu medeniyetler bir-birleriyle hem çatışır, hem alışveriş yapar, hem kız alıp veriyorlar. Kadim tarihlerden günümüze dek Asya halkları arasında da böyle olmuştur. Bir halkın aynı coğrafyada beraber yaşadığı halklarla karışmaması da mümkün olmasa gerek. Ancak Afrika’nın, ya da Amazon’un balta girmemiş ormanlarında başkalarıyla karışmadan kalmış insanlar vardır. Orada da, bizim anladığımız ölçüde ve çapta bir medeniyet çıkmamıştır. Mesela Timur’lular, Osmanlı’lar, Habsburglu’lar, Ruslar, Amerikalılar, başkalarıyla bir arada yaşamayı: onlarla her alanda alışverişi ne kadar iyi öğrenmişlerse, o kadar kudretli, başarılı ve kalıcı olmuşlardır.

Çin’lilerin de öyle, ya da böyle onca farklı kavime, dile, inanca sahip insanı bir arada tutması da benzer bir tecrübenin sonucu olsa gerek. Çağımızda Almanya’nın, ya da Japonya’nın çok büyük coğrafyaları ele geçirip, burada işgalci olmaktan öteye geçememelerinde, herhalde birlikte yaşamaktan anladıkları şeyin sakat olmasının da önemli payı vardır…

Şu bakımdan coğrafyanın getirdiği bu bir arada yaşama mukadderatını bilmek, idrak etmek ve daha iyi nasıl olabileceğini çözmeye çalışmak gerçekten çok önemlidir.

Türkiye-bir yandan Slav dünyasıyla Avrupa’ya, bir yandan Arap dünyasına, bir yandan İran ve Kafkasya’ya uzanan önemli bir coğrafyada yaşıyor. Burada yaşayan tüm halklarla bir kültür alışverişi olmuştur.

Rusiya ise bir yandan İran, bir yandan Avropa ve Asya, öte yandan Kafkas’ya ve ayrıca Uzak Doğu üzerinden Orta Asya Türklüğüne uzanan bir coğrafya tasavvur edelim.

Avrasya coğrafyası, Slavlar ile Türklerin iç-içe geçtiği bir coğrafyadır. Rusya’nın tarihi-Türk halklarının tarihiyle sıkı bağlıdır.Uzun süre zarfında bu bölge çeşitli halkların tükenmeyen olmuş ve tomurcuğunda gerek savaş ve gerekse barış özellikleri biçimlenmiştir. Bu özellikleri Türk ve Slav halklarının niteliklerinde görmek mümkün.

Kafkasya, İran, Orta ve Merkezi Asya’nın ve aynı zamanda Rusya’nın kendi topraklarındaki bazı Özerk Bölgelerin nüfusunun büyük kısmını Türk dilli toplumlar oluşturuyor. Bu durumda Slav ve Türk halkları arasındaki yakınlaşmanın ne kadar önemli olduğunu anlama durumu ortaya çıkıyor. Fakat bunu istemeyenler hala mevcut jeopolitik gerçekliği kabul etmemekte ve mevcut durumu değiştirmek için çeşitli etki mekanizmalarını kullanmaktadırlar. Düne kadar dünya başınında “Eski Sovyet Ülkeleri” olarak lanse edilen Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan artık Türk ülkeleri gibi tanınmaya başlanmıştır.

ÇEŞİTLİ ULUSLARLA BARIŞ ORTAMINDA YAŞAMAK GÜZELDİR

Özellikle son zamanlar, 2022-cı yılda  Türkiye’de yapılan Zirve toplantısında Türk dünyasının yeni jeopolitik merkezinin biçimlendiği ortaya çıkmıştır. Ukrayna olaylarından sonra bu durum daha aktüel bir hale gelmiştir. Özbekistan’ın da bu Birliğe faal biçimde katılacağına inanıyoruz. Çünkü, değişen dünyamızda bu tür İttifakların olmaması durumunda, Devlet olarak Bağımsızlıklarının tehlikeye gireceğini iyi idrak etmektedirler.

Konuya Rusya açısından baktığımızda ABD ve Batı ile köprüleri tehlikeye atarak kendini korumaya çalışan Rusya, Çin’e yanaşıyor ve Pekin’le 400 milyar dolarlık doğalgaz anlaşması imzalıyor. Fakat Kremlin, Pekin’le yapılmış anlaşmanın tehlikeli olduğunu biliyor. Zira uzun zamandan beri, Çarlık Rusya’sı ve SSCB döneminde bile Çin’in, Rusya toprakları üzerinde hak iddiası vardı ve bu iddia şimdi de devam etmektedir. Düşüne biliyor musunuz, kendini korumak namına Rusya, kendine düşman olma potansiyeli barındıran bir ülkenin kalkınmasına yardımçı oluyor? Bu tehlikeyi Kremlin’de oturanlar da çok iyi anlamaktadırlar. O nedenle bu yakınlaşma taktik amaçlıdır. Bu durum Rusya’yı günü-günden jeopolitik konumunu güçlendiren Türk dünyasıyla işbirliğine sevkediyor. Kendi gücünü ve yayıldığı coğrafyayı korumaya çalışan Rusya,Türk dünyasına yaklaşıyor, çünkü Rus insanına gerek geleneksel, gerekse tarihi bakımdan en yakın olanı Türk insanıdır.

Türkiye’de Rusya  Diplomasisi henüz 1453 yılında Osmanlılar tarafından Konstantinopol’un fethi döneminden iyi bilinmektedeir. O zamandan  yıllarca karşı-karşıya çarpışarak nasıl da direniş göstermişlerdir!..

Rusların kanında Tatar kanının da bulunduğuna,  Türklerin kanında Türk kültürünün gelişmesine etki göstermiş, onu belli ölçüde uygar kılmış Rumların, Asur’luların,  Arap’ların, ayrıca Slavların yön vermesine atif olunmuşdur.

Osmanlı askeri ve resmi kurumları üzerindeki Rus etkisi üzerine şumüllü değerlendirmeler var. Kitabda kısaca “Ruslar, Osmanlı bürokrasisine ve askeriyesine fazla nüfuz etmesinden, İngiliz’lerin ne yapıp edip, bu nüfuzu kıra bilmemesinden söz ediyor. Yazar, Deli Petro’nun Büyük Elcisi, Graf, P.Tolstoy’un Osmanlı’dakı gizli görevinden de söz ediyor.

RUSLAR, TÜRK TOPRAKLARINI ARALIKSIZ İŞGAL ETMİŞLER

1855’te Kırım Savaşı sırasındaki Osmanlı-İngiliz ittifakı düşünülürse, Büyükelçi’nin Deli Petro’ya  tavsiyesi ve ön görüsü hakikat olmuş. Türkçe’de Adıgüzel Bey’in bahs ettiği döneme ait Rus Danışmanların neler çevirdiklerine dair ayrıntılı çalışma varsa da, ben bilemiyorum. Herhalde Adıgüzel bey  kaynaklara istinaden, Osmanlı Sarayı’nda entrikalar  yapmış bireylerin anıları ve tatkiklerini güzelce anlatılıyor. Gerçekten merak etmiş olsak-Saray dahilinde neler olduğunu ve bunların Böyük bir İmparatörlüğünün yıkımının haberçisi olduğunu yazar A. Mamedov üzülerek göstermeye çalışmıştır.

Şü bakımdan Adıgüzel Bey’in “Osmanlının Çöküşüne Rusiya’dan Bakış”  kitabı Türkiye’nin yeni vizyonunda Osmanlı’nın Dış Politikada yaptıdığı yanlışlıklardan arındırmak için  oldugca anlamlıdır. Kitapda kullanılan kaynakçalara dikkat ettiğimde, tabii ki o döneme ait epey önemli kaynaklar kullanılmıştır! Kiril Alfabesi’yle olan kaynakların yanında ünlü bilim adamlarının eserlerinden de yararlanmıştır. Metodoloji analizler, gayet sağlam ilmi-nazarı biçimde işlenmiştir.

Bana göre  bu ilmi araştırma niteliğindeki kitabın her bir Türk -aydınının, bilim adamlarının ve politikaçıların da okumasını temmeni ederim!

Kitaptan bir ayrıntıya dikkat edelim: Rus Büyükelçisi – P. A. Tolstoy’un Edirne’den Deli  Petro’ya  ​ illetdiği ilk mektup çok ilginçtir:

– Sultan ​ Sarayı’ndayken kendi ​ ​ ​ kabiliyetini ve medeniyetini ​ gösterebilmekle ​ ​ beraber​  titiz gözlemci  olmalısın.​ Aksi takdirde sen oradaki devlet adamlarının ister harbi, istersi siyasi adımlarını ve ​ bakışlarını anlayamazsın. Çünkü her dafasında  devlet adamlar ile görüş zamanı sen karşı tarafın niyetlerini, gizli harbi hazırlığını ve hangi devlete karşı olduğunu ve bu Savaş’ın​ Deniz ile veya Kara ile hayata geçireleceğini anlamalısın.

TÜRKLER BAĞIMSIZLIĞI SEVEN, HÜR VE AZAMETLI HALKTIR!

Bu yüzden de kanlı Savaşlar​ yaparken hiç bir Devletle ittifak yapamaz, bağlanamaz ve yardım alamazlar. Türkler, Osmanlı tebası olan yerli Hristiyan halklarına söylüyorlar ki, onlar mağlup edilmezdirler, hiç kimse onları korkutamaz. Yalancılığa karşı tahammülleri yoktur, hüsusen bu kurnazlığı Hristiyanlar yaparsa, zaman-zaman söylüyorlar ki, bizler Hristiyanlara karşı hoş davranıyoruz, onlar ise Türklere minnettar olmaları gerekir iken bizlere karşı oluyorlar ve bizleri rahatsız ediyor, kızdırıyorlar. ​ Türkler Konstantinopol Patriki, Parfeniyu’ya ve Vasiliy Askeri Komutan, Volskomu, Moskova’ya mektup yazarak, Hristiyan Devlet Başkanı’na hoş meramla yanaşmalarına aşırı asabilikle karşılık vermişlerdir. Aslinde, Konstantinopol Patriki Parfeniyu ve Vasiliyu Askeri Komutan Volskomu da Türklere iyilik yaparak, Rus Azov sahili topraklarını Türklere verilmesinin ricasında bulunmuşlardır. Bu iyiliğe karşı onlar “Ödullendirilerek” Konstantinopol Patriki, Parfeniyu’nun kafasına taş ​bağlayarak Denize atmışlar. Vasiliyu ve Askeri Komutan Volskomu da ​ birkaç yıllığına Yedikule’de bulunan zindana sokmuşlar.​

RUS BÜYÜKELÇİSI’NİN RUS ÇARI DELİ PETROYA MEKTUBU

Devletin başı Sultan’dır, ona Padişah da diyorlar. Sultanın iradesi, haberi ve izni olmadan hiç bir iş yapılamaz. Devlette önemli adımlar ve Elçilik işleri Sultan’ın iradesi olmadan gerçekleşemez. Hem Bakanlar, hem Valiler, yeniçeri Ağaları, Kazi Beyleri  – bütün işleri Sultan’a beyan edildikten sonra ve onun izni ile yapılıyor. Kazi Askerleri​, tüm Osmanlı Devletinde mahkeme işlerine bakarlar. Vezir, Kazi Askerlerin işlerine müdahele edemez. Eger, Sultan, Askerlerden veya Yeniçeri Ağalarının cezalanmasını istiyorsa direk olarak Kazi Askerlere değil, ya Vezirlere, ya da​, Reis Efendiye müracaatta bulunur. Sultan’ın hususi gösterişleri fazla olduğu durumlarda Vezirin eli ile hayata geçiriliyor. Eğer, birileri Devletin kanunlarına karşı geliyor ise, Devlette bulunduğu makama bakılmaksızın hemen idam olunurlar. Devletin işleri bakımından Sultana yalnız Vezir marucaat ile bildiriyor.

Devlette Sultan’dan sonra en büyük adam Baş Vezirdir. Hiç bir Saray Görevlisi Sultan’dan başka ona karşı gelemez. Baş Vezir, Devletin içinde meydana gelen olaylarla ilgili, yahut herhangi evrakların içi ile alakadar haberler veriyor. Osmanlı Devlet Geleneklerine göre-Hükumet, Baş Vezir tarafından idare olunur ve yalnız Sultana tabi olur.
Şimdiki Vezir, Ali Şan Hüseyin Paşa (Amcazade Hüseyin Paşa-Köprülü Ailesinden Dördüncü Vezir) Saraydan uzaklaştıktan sonra görevine başlamıştır.​ Ali Şan Hüseyin Paşa Taldaban lakabı ile daha fazla tanınıyordu. O daha çok emre sadık ve politikadan uzak birisiydi. Bu bakımdan Sarayiçi entrikaların kurbanı oldu.

Şimdiki Vezir bu göreve başlayana kadar Reis-Efendi makamında oturuyordu. Bu vezir daha fazla politikaya meyillidir ve Hristiyan Devletlere hoş görünmeye çalışıyor.

Devamı vardır…

 

CEVAP VER